Ondokuzuncu yüzyıl, hem Doğu hem de Batı için, özellikle entelektüel kültür açısından, dev dönüşüm ve değişimlerin ortaya çıktığı büyük bir dönemi simgelemektedir. Bu dönemde bilim ve onun uygulama boyutu olan teknolojide hemen hemen tarihin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde hızlı gelişmeler ortaya çıkmış ve bunun doğal bir sonucu olarak, toplum yaşamında da köklü değişimler yaşanmaya başlanmıştır.
Batı’da bu dönemde ortaya çıkan gelişmeler, aslında 15. yüzyılda ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketlerinin ve daha sonra da Aydınlanmanın yarattığı “yeni” düşünsel, kültürel ve sanatsal anlatım ve yaratıcılığın dominant konuma geçtiği bir ortamın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemin düşünsel kavrayışına egemen olan etmen “bilgi” ve “daha çok bilgi” üretmektir. Başlangıçta bunu nasıl yapacağını tam olarak bilememesine karşın, Rönesans aydınının emin olduğu tek bir şey vardır, o da eski olan her şeyin değiştirilmesi, reddedilmesi ve yenisinin bulunup yerine konulmasıdır. Bu bağlamda, geleneğin getirdiği ve empoze ettirdiği her tür değer yargısına karşı çıkmak Rönesans aydınının vazgeçilmez temel davranış modeli olmuştur: her şey değişmeli ve dönüşüme uğratılmalıdır. Değişim ve dönüşüm ise bilinçlenmeyle olur. Bilinçlenme ise bilgiye ve yalnızca doğru bilgiye dayanılarak elde edilebilir. Çünkü bilgi güç demektir. Şu halde doğaya ilişkin sağlam ve güvenilir bilgiler elde etmek “yeni” için vazgeçilmez ön koşuldur. Zaten felsefe yani doğa bilimi doğru önermeler topluluğu olmalıdır. Öyleyse “yeni bilgi”nin aracı da değişmeli ve “yeni bir araç”la bir “Novum Organum” ile doğaya yaklaşılmalı ve onun sağlam bilgisi elde edilmelidir.
Batı için “yeniden doğuş” düşüncesinin anlamı kısaca budur. Burada düşünceye egemen olan başat kavram “yeni”dir. Bu yeniyi arama düşüncesiyle doğanın bilgisi elde edilmeye çalışmış, ve bu çaba başarıyı da getirmiştir. En azından otorite kabul edilen ve kesinlikle reddedilmesi gereken eskinin gelenekçi doğa anlayışı, doğa olaylarına sade bir başvuru sonucu kolaylıkla aşabilmiştir. Artık sıra yeni bilgilerden oluşan yeni bir bilim oluşturmaktır. Bu anlayış Rönesans düşüncesini Aydınlanmaya doğru gittikçe ivmelendirirken, diğer taraftan da bilimi bu yeni
anlayışla oluşturulan bilgi yığınlarını kuramsallaştırmaya doğru sevk etmiştir. En sonunda Isaac Newton (1642-1727) bu bakışı, büyük ve sentezci bir kavrayışla, anıtsal yapıtı olan Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri’nde (1687) somutlaştırmıştır. Kısaca Principia olarak tanınan bu kitap aslında klasik fiziğin son noktasıdır ve Newton’un burada sergilediği düşünceler ve ulaştığı sonuçlar yaklaşık gelecek iki yüz yıl boyunca “Newton Programı” olarak Batı bilim ve düşünce yaşamına egemen olmuş, arkasından da onsekizinci yüzyıl bilimsel devrimi gerçekleşmiş ve ardından da ondokuzuncu yüzyılda bilim ve teknolojideki büyük gelişmelerin önünün açılması sağlanmıştır.
Bu gelişmeler Batı’da yalnızca bilimsel ve ona bağlı olarak teknolojide büyük ilerlemelerin ortaya çıkmasına yol açmamış, aynı zamanda, eğitim sistemlerinin de, bilimde ortaya çıkan yeniliklerin toplumsal yaşamı yönlendirecek şekilde, gözden geçirilmesine ve yeniden düzenlenmesine de yol açmıştır. Eğitim sistemindeki bu düzenlemeler, bilimin üretildiği, korunduğu ve aktarıldığı bilim kurumlarını da kapsayacak şekilde genişletilmiştir.
Batı’da bunlar olup biterken, ne yazık ki, Newton’un Principia’sının yayımlandığı yıllarda Viyana’yı kuşatıp teslim almaya çalışan Osmanlı Devleti, 1683’te Viyana bozgununa uğramış, bu yenilgiyle artık yönetsel ve askeri alanlarda zayıf düştüğünü acı bir şekilde görmüştür. Bu bozgunun Osmanlı açısından tek olumlu yönü ise Batı kültür ve medeniyetine bakışın değişmesine yol açmış olmasıdır.
Onsekizinci yüzyıldan itibaren, Batı’da her şey bilgi kuramsal -epistemolojik- bir zeminde ve bağlamda değerlendirilmeye başlanmış ve dolayısıyla da bilgi araçlarına tarihin hiçbir döneminde karşılaşılmayan bir yoğunlukla (maddi-manevi) gereksinim duyulmasına yol açılmıştır. Çünkü başlangıçta bilgi yalnızca “güç” olarak algılanırken, gittikçe zaman içerisinde yaşamı belirleyen bir olguya dönüşmüş ve artık aynı zamanda ekonomik bir değer, kısaca “para” olduğu da anlaşılmıştır. Osmanlı ise bu durumu gerçek anlamda ancak ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kavramış ve savunmaya başlamıştır. Bu nedenle Osmanlı için aslında gerçek uyanış ve zihniyet değişiminin bu tarihten itibaren başladığını söylemek doğru olacaktır.
Batı Dünyası, yukarıda gösterildiği üzere, Rönesans düşüncesiyle, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda, özellikle de bilim ve felsefe alanında, tarihinin hemen hiçbir döneminde rastlanmayan büyük bir atılımı gerçekleştirmiş, bunu gerçekleştirirken, kabul ettiği yeni anlayış ve yöntem bir yandan doğaya ilişkin yeni ve güvenilir bilgiler üretmeyi çok kolaylaştırmış, diğer yandan da, yine bu dönemin bir ürünü olan matbaanın icâdıyla da, bu bilgilerin doğru ve hızlı bir biçimde geniş halk kitlelerine ulaştırılması olanaklı hale gelmiştir. Batı kültür dünyasında önemli ve çığır açıcı gelişmelerin kaydedilebilmiş olması aslında bu düzenin sonucudur.
Batı’da bunlar olup biterken, bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nde henüz bu gelişmenin farkına varıldığına ve sonunun nereye varacağının kestirilmesine yönelik düşünce ve bunun gerçekleştirilmesine yönelik atılımlarla karşılaşılmamaktadır. Yeniyi bulup çıkarmaya yönelmiş, köklü ve devrimsel atılımlarla kendi ayırt edici niteliklerini ortaya koymuş olan Rönesans düşüncesinin ise, ilk bakışta, Osmanlı Devleti’ndeki yansımalarının ancak onsekizinci yüzyılda ortaya çıkmaya başladığı izlenimi edinilmektedir. Çünkü yaygın bir kanıya göre, bu dönemde, belirgin bir şekilde, özellikle askeri alanlarda geleneksel anlayışın değiştirilmesinin gerekliliğine yönelik düşünceler ön plana çıkmaya başlamış ve bu anlayış diğer alanlara da yayılmaya çalışılmıştır.
Ancak, yapılacak ayrıntılı bir inceleme aslında bu belirlemenin de eksik, yapay ve desteksiz olduğunu göstermektedir. Çünkü ortaya çıkan problemlerin nedenlerine yönelik bir kavrayış bu dönemde ortaya çıkmaya başlamış olsa bile, geleneksel bilgi üretme yollarına dayanan, otoritelerin söylediklerinin basit tekrarlanması türündeki çalışmalar henüz bütün canlılığını korumaktadır ve daha da önemlisi hâlâ otoritelere güvenerek Batı karşısında varlık gösterilebileceği inancı devam etmektedir. Bunun en güzel örneği, bu yeni dönemi kavradığı varsayılan Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin yapmış olduğu Şehrezûrî’nin (Ölümü 1298) eş-Şeceretü’l-İlâhiyye (el-Şecer el-İlâhiyye) adlı kitabının tabîiyyât -fizik- bölümüne ilişkin çevirisidir.
Onsekizinci yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bilim ve kültür dünyasının Batı karşısındaki konumunun anlaşılmasını sağlaması bakımından önemli ip uçları taşıyan bu kitabın hiçbir orijinal yanı yoktur ve bütünüyle Aristoteles (M.Ö. 384-322) ve İbn Sînâ’nın (980-1037) açıklamalarının tekrarından oluşturulmuştur. Geç bir dönemde olmasına karşın, klasik Yunan ve daha sonra İslâm Dünyası’nda verilen bilgilerin derlemesinden oluşturulmuş yararsız bir çalışmadır. Aynı zamanda, böyle bir yapıtın, son derece geç bir dönemde çevrilmiş olması, Osmanlı Devleti’nin zaman içerisinde kendisini gelişen bilim ve teknolojiden ne denli kopardığını ve çağını yakalamakta aciz içerisine düştüğünü çok açık bir biçimde göstermektedir.
Düşünce alanında içine düşülmüş olan bu gerileme, aslında ve doğal olarak, bütün kültür katmanlarının doğasını betimleyen bir göstergedir. Öyle ki, bu gerilemeye koşut olarak Devlet’in de hızla toprak kaybetmeye başladığı görülmektedir. Bütünüyle feodal yapıya sahip bir devlette uyanışı tetikleyen en önemli etmen de aslında bu toprak kaybı olmuştur. Çünkü sonuçta kötü gidişi durduracak çarenin, orduyu öncelikle yenileştirmek ve o günkü koşullara ayak uyduracak bir konuma ulaştırmak ve daha sonra diğer alanlarda yenileştirme çabalarına girmek gerektiği ancak böylelikle anlaşılabilmiştir. Nitekim bu anlayış yalnızca askeri alanlarla sınırlı kalmamış ve sonuçta bütün toplum kesimlerinin geliştirilmesine ve yenileştirilmesine yönelik çalışmalar böylece başlatılmıştır. Padişah III. Ahmed ve Sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın, kültürel alanda başlatılan geliştirme çabalarını daha fazla etkin kılabilmek için 30 kişilik komisyondan oluşan bir çeviri bürosu kurmaları bu durumun açık bir göstergesidir ve Osmanlı yöneticilerinin bu dönemde zihinsel anlamda ciddi dönüşümlere uğradıklarına işaret eden değerli bir atılımdır. Ancak doğa ve matematik alanlarında hiçbir çalışmanın çevrilmesinin öngörülmemiş olması ise, hem bilginin değerinin yeterince kavranamadığını, hem de başlatılan ciddi girişimin gerekli yararı sağlamasını engellediğini göstermektedir. Çevrilmesini öngördükleri yapıtlardan birisi Antikçağ’ın büyük düşünürü Aristoteles’in Fizik kitabıdır. Bu çeviri işini de dönemin önde gelen aydınlarından Yanyalı Es’ad Efendi (öl. 1730) üstlenmiştir. Oldukça geç bir dönemde Aristoteles’in fizik kuramının Osmanlı Devleti’nin bilim ve kültür ortamına aktarılmasını sağlamış olan bu çalışmanın, artık o dönemde bütünüyle nicelikselleşmiş, temel ilke ve kanunları konulmuş bir mekanik biliminden hiçbir şekilde söz etmeyişi, Osmanlının gelişen Batı bilim ve kültüründen bütünüyle uzaklaştığının ve Batı biliminin de doğru kavranamadığının bir göstergesi olması bakımından büyük değer taşımaktadır. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Paris seyahati sırasında ünlü astronom Cassini’nin (1625-1712) zicini İstanbul’a getirdiği halde Türkçe’ye çevrilmesinin ancak 50 yıl sonra yapılması da dönemin bilimsel düzeyini, bilime ve bilimsel bilgiye olan ilgisini gösteren diğer bir kanıttır.
Bütün bunlardan açıkça anlaşılan yenileşme hareketlerinin başında harp okullarının açılmış olması gelmektedir ve bu durum aynı zamanda Osmanlı biliminin gelişmesi ve Batı biliminin aktarılması açısından da en ciddi adımı oluşturmaktadır. 1773 yılında İstanbul’da Avrupa’yı örnek alarak bir denizcilik mühendisliği askeri okulunun, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve daha sonra da 1789 ile 1795 arasındaki sürede kara askeri mühendislik okulunun, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, birkaç aşamada kurularak faaliyete geçirilmiş olması bu durumun bir kanıtıdır. Eğitim alanında onsekizinci yüzyılda başlayan bu yenileşme hareketleri, ondokuzuncu yüzyılda Askeri Tıp Okulu (1827), Dârülfünûn, Maden Mektebi (1858) ve Sivil Tıp Okulu’nun kurulmasıyla devam etmiştir.
Böylece bilimsel çalışmaların yapılabilmesi ve sonuçlarının toplumun ve ülkenin yararına uygulamalara dönüştürülebilmesi için, öncelikle kuramsal ve teknik bakımlardan donanımları yüksek, yetişmiş elemanlara ve bunları yetiştirecek eğitim kurumlarına gereksinim olduğunu anlayan Osmanlı Devleti, bu amaçla yurt dışından uzmanlar getirtmek suretiyle mevcut eğitim kurumlarını yeniden düzenlemiş ve bir taraftan da dışarıya seçme öğrenciler göndererek, eğitim alanındaki açığını gidermeye çalışmıştır. Ancak uygulama birçok bakımdan umulanı verememiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bilim ve teknolojinin gelişebilmesi için önce eğitim reformları yapıldı. Ardından ekonomi ve sanayi hamlesi için adımlar atıldı.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Eğitim Reformları
Atatürk’ün talimatıyla, iyi eğitimli insan sayısını artırmak için 1921-1924 döneminde üç kez Eğitim Kongreleri düzenlendi. O dönemde; bakanlığa bağlı az sayıdaki rüştiye, idadi ve sultani okulları dışında ayrıca; misyoner, azınlık, özel vakıf okulları ve mahalle mektepleri vardı. Tüm okulları Maarif Bakanlığı’na bağlayan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu 1924’te çıkartıldı. Halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmediği için Millet Mektepleri açıldı ve 1928’de Arap harfleri terk edilip Latin harflerine geçildi. Başbakan dahil tüm memurlar okuma yazma öğretti. Yedi yılda 2,6 milyon kişiye okuma yazma öğretildi. Öğretmen olmadığı için köylerin çoğunda okul yoktu. Üç sınıflı Eğitmenli Köy Okulları 1935’te açıldı ve 6 ay kurs gören ordudaki çavuşlar, köylere eğitmen olarak atandı. Eğitmenli okullar köylerdeki öğrenci sayısını iki katına çıkardı. Teknik ara eleman yetiştirmek için 1930’larda her ilde ve ilçelerin çoğunda sanat okulları açıldı. Hitler’den kaçan Yahudi profesörler üniversitelerde görevlendirildi. Böylece uluslararası standartta araştırma yapmak ve teknoloji üretmek için ilk adım atılmış oldu. Ülkemizde 1923’te 342 bin ilkokul öğrencisi varken 1939’da sayı 814 bine çıktı. Ortaokullarda 6 bin olan öğrenci sayısı 1939’da 83 bini aştı. Liselerde bin civarında öğrenci varken sayı 1939’da 24 bini aştı. Üniversite reformu, 1933’te Darül Fünun kapatılıp İstanbul Üniversitesi’ni açılarak gerçekleştirildi. Ankara’da; 1925’te Hukuk, 1933’te Y. Ziraat, 1935’te DTCF, 1943’te Fen ve 1945’te Tıp fakülteleri açıldı.
1923-1938 Dönemindeki Ekonomi ve Sanayi Hamleleri
Atatürk, ülkenin kalkınması için bilim ve teknolojiye önem verdi. Kalkınma amacıyla genç cumhuriyetin atacağı adımlar, 1923’te İzmir’deki ilk İktisat Kongresi’nde belirlendi. Atatürk kongrede “Askeri zaferden sonra iktisadi zaferlerin kazanılması için daha çok fabrika açılması” gerektiğini vurguladı. Kongrede; sanayinin teşviki, sanayi fuarları açılması, sanayi bankası kurulması, sanayi için teknik eleman yetiştirilmesi ve mühendislere Avrupa’da ihtisas yaptırılmasına karar verildi. Cumhuriyetin ilk şeker fabrikasının temeli 1923’te Uşak’ta atıldı. Trakya Şeker Fabrikası ise 1925’te açıldı. Zonguldak Yüksek Maden ve Sanayi Mühendis Mektebi 1924’te kuruldu. Kayseri Uçak Fabrikası 1925’te üretime başladı. Ankara Çimento ve Isparta Halı fabrikaları 1926’da kuruldu. Sanayi ve Maden Bankası 1927’de açıldı. İstanbul Glikoz ve Nişasta Fabrikası 1930’da kuruldu. Dünyadaki 1929 ekonomik krizi nedeniyle, 1930’da İkinci İktisat Kongresi toplanıp gerekli düzenlemeleri belirledi. Özel sektörün sermayesi yetersiz olduğu için devletçilik modeli benimsendi. Ardından 1934-1939 yıllarında uygulanan Birinci Beş Yıllık Plan hazırlanıp uygulandı. Tüm sermayenin sanayi yatırımında kullanılması ve devletin sanayide öncü olması kararlaştırıldı. Planda; tekstil, madencilik, seramik, selüloz ve kimya sanayi kollarında yatırım yapılması öngörüldü. Kongrenin ardından; Kırıkkale Askeri Çelik Fabrikası 1932’de, Sümerbank ise 1933’te kuruldu. Sümerbank; çok sayıda fabrikayı devreye aldı, 1939’da Kamu İktisadi Kuruluşu oldu ve sanayileşmeye öncülük etti. Enerji santrallerinin devreye alınması görevi, 1935’te kurulan Elektrik İşleri Etüt İdaresi’ne verildi. Etibank 1935’te; maden, metalürji ve enerji üretmek amacıyla kuruldu. MTA, maden arama işlerinde görevlendirilmek üzere 1936’da kuruldu. Karabük Demir Çelik tesisinin temeli 1937’de atıldı. Sümerbank, EİEİ, Etibank ve MTA teknik elemanların yurt dışında yetişmesi için burslar verdi ve mühendislerini de ihtisas için yurt dışına gönderdi. Bu elemanlar, çok iyi yetiştiği için daha sonra bazıları sanayici oldu, doktorası olanlar da üniversitelerde akademisyen olarak görev aldı.
1939 Sonrasında Bilim ve Teknolojik Gelişmeler
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle sanayi yatırımı konusunda sorun yaşansa da yatırımlar durmadı. Malatya Tütün (1939), Kağıt-Selüloz (1941), Sivas Çimento (1943) ve Rize Çay (1947) fabrikaları kuruldu. Diğer yandan İTÜ ve Ankara Üniversitesi’nin kurulup Alman hocaların görevlendirilmesi önemli bir gelişme oldu. Türkiye’de 1950’den itibaren; liman, baraj ve elektrik santralleri, gübre ve şeker fabrikalarının yapımı ağırlık kazandı. Arçelik fabrikası 1959’da çamaşır makinesi ve 1960’ta buzdolabı üretimine başladı. Teknik eleman ihtiyacını karşılamak için ODTÜ ve KTÜ 1955’te kuruldu. Türkiye 1960’ta planlı kalkınmaya önem verdi ve DPT 1961’de kuruldu. Bilim ve teknolojinin gelişmesi için 1963’te TÜBİTAK kuruldu. Kayseri’de Çinkur, Antalya’da Ferrokrom, Bursa’da Volfram, Konya’da Krom-Manyezit ve Cıva tesisleri ile Seydişehir’deki Alüminyum Fabrikası hizmete girdi. İlk otomobil fabrikamızda 1966’da Anadol üretildi. NETAŞ, 1967’de telefon santrali üretmek için kuruldu. Daha sonra; Tümosan Motor, Taksan Takım ve Temsan Elektromekanik gibi tesisler teknolojik gelişmeyi hızlandırdı. Aselsan, Havelsan, TAI, TEI ve Tusaş sayesinde savunma ve havacılık sektörü gelişti. Son yıllarda üniversite sayıları artınca bilimsel yayın sayıları yükseldi. Üniversitelerimiz dünya sıralamalarında yükselmeye başlasa da ilk 200 arasında henüz üniversitemiz yok. Milli gelirden Ar-Ge için ayrılan pay hala %1’den az olduğu için patent sayımız düşük ve Rekabet Gücü Sıralamasında 44. sıradayız. Yarı iletken üretmek için kurulan Testaş, yıllarca hiç üretim yapamayınca 1998’de ODTÜ’ye devredildi. ODTÜ, bu tesisi modernleştirip Mikro Elektro Mekanik Sistemler (MEMS) üretir hale getirdi. Modern gece görüş kamera algılayıcıları ve biyosensör üretmeyi başardı.
Tekmer ve teknoparkların kurulması, üniversite sanayi işbirliğini artırdı ve az da olsa teknoparklardan yazılım ve elektronik ürünleri ihraç edilmeye başlandı.
Prof. Dr. Ural Akbulut
ODTÜ Kimya Bölümü
Son düzenleme: