B

BuYuCu

Guest
1. Bilge Karasu (1930 – 1995) – Altı Ay Bir Güz

Bilge Karasu, bir söyleşisinde, hayatı boyunca doğru düzgün, doyurucu, sağlıklı insan ilişkileri kuramamış birinin peri masalları yazmasına şaşılmaması gerektiğini söyler. Karasu’nun bu düşüncesi yapıtlarının yaşam ile nasıl ilişkilendiğinin, yaşama nasıl ve neresinden dokunmak ve değmek istediğinin anahtarını verir bizlere. Karasu’nun tüm edebiyatı, bireyin diğer insanlarla ve varlıklarla ilişkilerini anlamaya, insanları tanımaya yönelik ince ince işlenmiş, sabırlı ve devasa bir çabadır.



Aşk, sevgi, dostluk, korku, ayrılık, özgürlük, bir yas ve yaşama kaynağı olarak ölüm, harikulade bir coşku ve beraber olunan varlıklara duyulan özen yedi bölümden oluşan Altı Ay Bir Güz, tür olarak ne bir roman ne de hikaye. Uzun hikaye diyebiliriz. Kitap, Bilge Karasu’nun yaşama veda etmeden önceden kaleme aldığı son çalışmasıdır. Ölümünden sonra 1996’da yayınlandı. Kitapta, ölüme yakın hisseden Kerim’in, çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerine uzanan yolculuğu anlatılır. Her bölümdeki geçmiş yolculuğuna değişik insanlarda eşlik eder. Yanı sıra destanlardan, masallardan, resim sanatından kesitler de sunar.

“Kahvaltı etmek için buzdolabından sofrasına birşeyler taşıdı. Zeytin, peynir, yağ, domates, meyva. Bugün hangisine elini bile sürmeden yeniden dolaba kaldıracaktı. Biraz sonra anlardı. Zeytinle, yağa bakarak güldü. Daha bir gün önce gazetelerde çıkan yazılardan başlıklar geldi gözünün önüne. Çağımız suçluluk modaları çağı. Suçluluk duygusu epey para kazandırıyor. İnsanı önce hiçbir şeyle doymaz, hiçbir şeye doymaz kılacaksın, sonra doymaya yeltenmenin ne kadar kötü, ayıp, tehlikeli, hastalık yaratıcı olduğunu söyleyecek, söyleyecek, söyleyecek, beyinlere kakacaksın. Duyuru sanayiinin kazanıp kazandırdığı paraların kefaretini ödetmek için basın para kazanacak. Geçinip gidiyoruz işte. Yağla şeker, tütünle hava kanser olasılığını arttırıyor. İyi. Her gün buna benzer inciler. Gazeteye bakmadan da bugünkü başlıkları, başlıkların biraz ötesinde duyuruları. “Budala mıyım ne?” dedi. “Budala falan değilim, yaşlanıyorum” dedi ardından.”


2. Vüs’at O. Bener (1922 – 2005) – Siyah Beyaz (Kırık Fincanlar)

Çağdaş Türk Edebiyatı’nın yenilikçi öykü, roman ve oyun yazarlarından Vüs’at O. Bener çok fazla yazmayan, geniş bir okur çevresine ulaşmamış, fakat yapıtlarında kullandığı anlatım teknikleri, oluşturduğu kurguları, çok katmanlı anlatımı ve yarattığı yeni dille Türk Edebiyatı’nda çok özgün bir yere sahip, öncü bir yazardır.



Vüs’at O Bener’in 1993 yılında yayınlanan kitabı Siyah-Beyaz’daki öykülerin çoğu anlatım özellikleri açısından iki grup altında değerlendirebiliriz. Birincisinde anlatıcı, geçmişe dönerek anılarını anlatır ve burada anlatılan olayların büyük bir kısmı Vüs’at O. Bener’in yaşamıyla örtüşür. Bu öykülerde diğerlerine göre daha yalın bir anlatım gözlemlenir. İkinci grupta yer alan daha karmaşık yapılı öykülerde ise genellikle kurmaca ile gerçeklik iç içedir. Kitaptaki öykülerden Kırık Fincanlar bir öykünün yazılma sürecini ve o öykünün anlatılmasını içerir. Kırık Fincanlar’da anlatıcının yaşamındaki olayları nasıl kurmacaya dönüştürdüğü, gerçeklik ile kurmacanın nasıl iç içe geçtiği yazma aşaması da metne dahil edilerek anlatılır.

“Birasını yudumluyor çekingen. Donukluğu erimeye başladı. Hiç mi ilişkisi olmadı bu kızın. Yaş otuz beş, rahibe değil a… Sevdiği genç trafik kazasında ölünce küsmüş hayata, teyzemden rivayet olabilir de insaf, on beş yıl geçmiş aradan. Bir kıvılcım yeter çözülmesine. Peşreve başlamalı. Uysalca bıraktı ellerini. Kardeşinden yana rahatladığı için belki. Nişanlanması eli kulağındaymış, yanında staj yaptığı avukatla. “İyi hayırlı olsun.” Kızardı yanakları. Ummadığı inandırıcı soğukkanlılığım, açığa vurmasına yaradı umut beklentisini… “Kahveleri bende içelim, sonra çıkarsın alışverişe. Olur olur… Koluna girebilir miyim? Yokuş çıkacağız.” Şaka bir yana yakıştık birbirimize. Merak ediyormuş o da evimi. Teyzemin bodruma kaldırttığı eski iki koltuğu, bir kanepesi, orta masası konuk odamın başlıca mobilyası. DUAL pikabım var. Sinan yollamıştı Almanya’dan.”

3. Tahsin Yücel (1933 – 2016) – Komşular

1999’da yayınlanan Komşular adlı öykü kitabıyla Dünya Kitap Ödülü’nü alan Tahsin Yücel’in kitapla aynı adı taşıyan öyküsü Komşular, ironiyi simgeleyen, o kavramı alabildiğine boyutlandıran olağanüstü güzellikte bir öykü. Albay Atmaca tatil yapmak amacıyla bir kıyı köyüne gelir. Burada bir evin çatı katını kiralar. Yalnız yaşayan bir kişidir. Asker olmasına rağmen hayatta en kaçtığı şey ise kavgadır; bir gece alt kattaki bir aileye ait komşu balkonda eşlerin kavgalarına istemeden, bir rastlantı sonucu tanık olur. Giderek bu kavgaya inanılmaz ve vazgeçemediği bir güçle bağlandığını farkeder. Kendine şu soruyu sorar: “Kavga mı yaşama güzelliğini ve anlamını veriyordu, yoksa yaşam kavgaya karşın mı güzeldi?”



“Tam oturmak üzereyken sağ yanında, bilemedin bir buçuk metre aşağıda, bir başka balkonda, küçük bir odaya açılan camlı kapının yukarısında ki buzlu lambadan vuran ışığın altında, bir sofranın çevresinde, konuşmadan, kımıldamadan, neredeyse soluk bile almadan oturan dört kişi: Bir adam, bir kadın, bir küçük kız ve bir küçük oğlan gördü; birdenbire, çok güzel bir ezgi dinlemiş ya da çok güzel bir resim görmüş gibi, içinde bir yerlerin derinden derine titrediğini, gözlerinin yaşardığını duydu. “Ne oluyor? Bana ne oluyor?” diye geçirdi içinden. Pek de alışık olmadığı bu beklenmedik içtenliğe bir neden aradı, bütün gece süren bir otobüs yolculuğunun ardından, gün boyunca tek başına deniz kıyısında oturup, tek başına yüzmenin, herkesin gülüp şakalaştığı bir lokantada tek başına yemek yemenin etkisi olabilirdi bunda. Böyle bir günden sonra, böylesine dingin bir aile görüntüsüyle karşılaşmanında, balkonun zayıf ışığında belli olduğu kadarıyla, kadının uzaksıl bir güzellik veren yüzünün, şaşılacak ölçüde ince görünen ellerinin, kollarının, bedeninin, çocukların sarı ve kıvırcık saçlarının da bir etkisi olabilirdi.”


4. Ayfer Tunç (1964 – ) – Taş – Kağıt – Makas (Suzan Defter)

2003’te yayınlanan, 3’ü uzun, 1’i kısa 4 öyküden oluşan, Taş-Kağıt-Makas’ta, kadın erkek arasındaki iletişimsizliği işler Ayfer Tunç. Kahramanlar ortaya karmaşık bir insanlık problemi koyarlar. Ama bu problem karşısında aldıkları tavır da hastalıklıdır.
Ayfer Tunç bir söyleşisinde 2012’de yayınlanan Suzan Defter için “Gerçekçi bir hikaye denemez ona. Magritte’in tabloları gibi denebilir: Her şey çok gerçektir ama onların bir arada oluşlarında fantastik bir taraf vardır. Bu benim edebiyatta da çok sevdiğim bir şey zaten. İkisinde de bu hesaplaşma var gibi geliyor bana.” diyor. İki ayrı kişinin günlüğü biçiminde kurgulanan Suzan Defter öyküsünde ilk olarak kitaptaki sayfaların dizilimindeki ayrıksı, aykırı ve sıra dışı durum dikkat çekiyor. Önce şaşırıyorsunuz, “Acaba hatalı ciltlenmiş bir kitap mı aldım?” diyorsunuz içinizden. Sonra biraz gayret edip durumu çözmeye çalıştığınızda yazarın okurunu şaşırtıcı bir oyuna çağırdığını anlıyorsunuz.



“Rüyada kömür görmek iyi değildir, derdi babaannem. Çiğ et, siyah taneli şeyler, kara zeytin mesela, sonu görünmeyen yol, kara köpek, yılan, yatağına işemek… Kendini çıplak görmek ölüme delalet edermiş. Ölü diri getirir ama derdi, başını yıkamak, koç boynuzu, pişmiş balık, ıhlamur, uçmak, bunlar iyidir. Ekmel Bey tuhaf bir rüya anlattı bugün. Biri yanmakta olan diğeri boş iki ev arasında gerili ipte yürüyormuş. “Biri karınızın evi, öteki sizin,” dedim. “Peki yanan hangisi?” dedi. “Ne bileyim ben? Bir şey anlatmıyorsunuz ki.” Babamın öldüğünü öğrendiğimiz günün sabahı, “Hayırdır inşallah” dedi babaannem, “Rüyamda çürük yumurta içtim, hem de kabuğundan.” Az sonra iki polis geldi. Babamın öldüğünü haber verdiler. Silahına el koymuşlar. Üstündeki parayı iç etmişler ki cüzdanında beş kuruş yok. Saatini, yüzüğünü, ehliyetini filan verdiler. Babaannemin tansiyonu yirmi ikiye çıktı, eve doktor getirdim. Ömür boyu tansiyon hapı kullanacak, dedi doktor. Babaannem ilacını aldı, dikildi ayağa. Halamla kocası Kütahya’dan geldiler. Halam ikide bir saçını başını yoldu, bana sarılıp feryat etti, başımı göğsüne bastırdı, buram buram beyaz zambak kolonyası kokuyordu, iğrençti. Cenaze epey kalabalıktı. Takım elbiseli, kara gözlüklü, hiç tanımadığım bir yığın adam vardı. Babaannemin elini öptüler saygıyla, “Bir emrin var mı?” dediler. Aralarında fısıldayarak konuştular.”

5. Cemil Kavukçu (1951 – ) – Uzak Noktalara Doğru (Ormanın İçlerine Doğru)

1995’te yayınlanan Uzak Noktalara Doğru, insanın iç alemine dalan, içimizdeki ağaçları, ruhun gölgelerini anlatan, toplam on iki öyküden oluşan bir kitaptır. İnsanın ne denli karmaşık, çözümü zor ve karanlık bir ormana dalmadan anlatılmasının olanaksız olduğunu hatırlarız onun öykülerini okurken. Vitesten atma, Ormanın İçlerine Doğru adlı öyküde Ercü’nün insanların bunalımdan kurtulması için önerdiği yöntemdir. Öyküde aynadaki görüntüsünü Boşluklar İmparatoru diye adlandıran, yaşamın anlamsızlığını ve kendisinin ölmeye başladığını fark eden anlatıcının yaşadığı kentten ayrılıp ormanın içlerine doğru çıktığı yolculuk anlatılır. Uzak Noktalara Doğru, 1996 Sait Faik Öykü Ödülü’nü alır.



“…Düzlüğe ulaşınca olduğum yerde kalakaldım. Karşımda bir kamyon duruyordu. Benzinli bir Austin. Sopama abanarak ona doğru sürüklendim. Görünürde kimseler yok. Sol kapısını açtım. İçi boş. Geçip oturdum. Ön camına yağmur düşüyor, silecekleri çalıştırdım. Farları da yaktım, çünkü gece. Yağmurun sürekli çiziktirdiği iki konik ışığın aydınlığında, büyükçe bir ağacın altında dikilmiş bana bakan birini gördüm. Kasketinin siperi tepesine doğru itilmişti ve dudağının kıyısında sigara tütüyordu. Baba, diye mırıldandım. Oysa benden gençti. Ölüler genç kalırdı, unutmuşum. Işık konisi boyunca kamyona doğru yürüyordu, dudağında çarpık, bir o kadar da hüzünlü bir gülücük vardı. Sağ kapıyı açıp yanıma oturdu. “Nasılsın evlat?” dedi. “Kayboldum” dedim. “Çalıştır da gidelim” dedi. “Ona sürücü belgem olmadığını ve araç kullanmayı bilmediğimi söyleyemedim. Kamyonu çalıştırdım. Ortalığa tatlı bir benzin kokusu yayıldı. “Nereye gidiyoruz baba?” “Ormanın içlerine doğru evlat”. “Peki” baba. Kamyon hareket etti. Hayret, sürebiliyorum. Bedenime tatlı bir uyuşukluk yayıldı. Benzin ve kamyon sarhoşluğu bu. “Az sonra iniş başlayacak”, dedi. Başlayacak baba. O zaman vitesten atacaksın. Atacağım baba…”

6. Aslı Erdoğan (1967 – ) – Taş Bina ve Diğerleri (Tahta Kuşlar)

Aslı Erdoğan’ın 2009 da yayınlanan, Taş Bina ve Diğerleri isimli hikaye kitabında da mekan olayların geçtiği yeri tanıtmanın yanı sıra kahramanların iç dünyasını hatta bilinçaltını aydınlatmada önemli bir fonksiyon yüklenmiştir. Yazar bilinçaltının karanlık labirentlerini mekana yansıtmıştır. Bunu yaparken de hikaye kitabının isminden de anlaşılacağı üzere taş bina metaforuna sıklıkla başvurmuştur. Bu kimi zaman göçmenlerin kaldığı Sansaryan Han, kimi zaman veremli kadınların ormanın ortasında yaşadıkları bir sanatoryum, kimi zaman da bir apartmanın bodrum katıdır.



Tahta Kuşlar hikayesinde ise olaylar sanatoryum ve ormanda geçer. Hikayede veremli kadınların kaldığı sanatoryum orman içerisindedir. Hikayenin kahramanlarından Filiz hep büyük kentlerde yaşamıştır. Bu sebeple ormanı tanımaz. Filiz sekiz aydır Karaormanlar’ın göbeğinde bir sanatoryumdadır, ama onun için orman ulaşılmazdır, soyut ve esrarengizdir. “Tahta Kuşlar’da karakterimiz Filiz’in klasik bir hikayesi var Çehovyen bir hikaye hatta. Ki hikayede de Çehov’a net bir göndermeye rastlarız. Çehov’un Sürgünde isimli hikayesine bir yanıt niteliğindedir bu öykü aslında.”

“Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar… Yaşlı, ulu, vakur, yüksek, gür, buyurgan ağaçlar… Yeryüzündeki her mucizeyi ve suçu görmüşçesine ağırbaşlıydılar. Zamandan bile daha yaşlı… Derinlere salmışlardı köklerini, gökyüzünü, sadece gökyüzünü hedefleyen yolculuklarında, sağa sola savrulmayı, özgürlük sanmayacak denli ilerlemişlerdi.”
Cehennemi bir uçtan bir uca aşmayı andıran bir inişten sonra bambaşka bir dünyaya varmışlardı. Dost canlısı ağaçlar, düş çiçekleri, yaşamın bütün izleri gözden silinmişti. Yalnızca ve yalnızca kayalar vardı burada, ürkütücü, soğuk kayalar… Yukarıdan göründüklerinden çok daha büyüktüler. Parlak siyah hançerler gibi gökyüzüne uzanıyorlardı. Bir de ırmağın korkunç gürültüsü, nedensiz ve ereksiz öfkesi… Bir sahnede olduğunu sandı Filiz; zembereklerinden fırlamış kuklalar topluluğu bilinmez rolleri için burayı seçmişti.”


7. Mehmet Günsür (1955 – 2004) – İçeriye Bakan Kim? (Hırça Mapası)

Kitap Caïque adlı öykü kitabı ve dört kısa öyküden oluşan İçeriye Bakan Kim?’den oluşuyor. Mehmet Günsür’ün bu kitabı Sait Faik’in çizgisini günümüze taşıyan özgün dili, anlatım özellikleri ve yazısındaki yalınlıkla bütünleşen derinlik nedeniyle 2003 Sait Faik Öykü Ödülü’ne değer görülür. Günsür, bir söyleşisinde öykülerinin nasıl okunması gerektiğini şöyle açıklıyor: “Hikayenin alçakgönüllü bir gururu ve iddiası vardır, defalarca okunmak ister, sırlarını hemen ele vermez, belki de yalnızca istediklerine verir. Hikaye okumak, deniz kıyısında bir kayaya oturup oltayla balık tutmaya benzetilebilir. Balık saatler sonra gelir, bakar, belki de hiç yakalanmaz. Balık yazının zihnidir. Gerilerde kuytularda bir kayanın dibinde saklanır. Bulan mutlu olur.”



Öyküye adını veren hırça mapası ise bir denizcilik terimidir, zincir ya da çapa halatının tekneye bağlanması için kullanılan sağlam halkaya verilen ad.

“Bu, demir zincirini omurgaya bağlayan parçadır, çok önemlidir. Yani bu sağlam değilse ve iyi takılmamışsa derin suda demir dibi bulamadığı zaman, zinciri alıp götürür. Bu parça, teknenin sigortası gibidir… Yani, aynı hayatta olduğu gibi. Mesela, hayat bir deniz, sen bir teknesin, demir de seni gerektiğinde sağlama alan bir şey. Demirle teknenin bağlantı noktası çok güçlü değilse, kopar gider demir. Senden çok önemli bir parçayı da söker götürür, batırır seni.”

8. Murat Gülsoy (1967 – ) – Bu Kitabı Çalın (Yazarın Belleği)

Bu Kitabı Çalın, Murat Gülsoy’un 2000 yılında yayımladığı öykü kitabı. Kitap yayınlandıktan bir yıl sonra Sait Faik Hikaye Ödülü’ne layık görülmüş. Kitaptaki öykülerin hepsi birbirinden bağımsız gibi gözükse de aslında bir bütünün oraya buraya dağılmış parçaları gibi, okudukça yavaş yavaş bir araya gelip birbirlerini tamamlıyorlar. Bu Kitabı Çalın birbirinden ilginç ve sürükleyici on iki hikayeden oluşuyor. Öykülerde gerçek ve kurgu iç içe geçiyor, kurgunun sınırlarını sonuna kadar zorlayan yazar zaman zaman okuyucuyu aktif olarak hikayelerin içine alıyor, zaman zaman da bir tür oyuna dönüşen bir şaşırtmaca zincirinin içine sokuyor.



Yazarın Belleği öyküsünde, bir yazarın belleğine girerek konuşan, henüz adı bile olmayan bir öykü karakterinin düşüncelerini okuyoruz. Kendini var etmeye çalışan bir kurmaca karakterin başından geçenleri okurken, aynı zamanda okuyucu olarak kurmaca içindeki kurmaca karakterle özdeşleşerek yazarın belleğinin koridorlarında onunla birlikte, eşzamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğüne sahip olabiliyoruz.

“Var olmak dedim de, içime bir kuşku düştü: Var olan biri neden başkalarını var etmeye çalışır ki? Örneğin yazarımın beni yaratması (Tanrı’nın insanı yaratması gibi), bir mükemmeliyetin sonucu mu yoksa bir eksikliği giderme, bir boşluğu doldurma ihtiyacının bir ürünü mü? Yani bende kendi yansımasını görmek, kendisini bilmek için mi yazıyor beni?”

9. Nursel Duruel (1941 – ) – Geyikler, Annem ve Almanya

Nursel Duruel’in 1982 yılında yayımlanan 8 öyküden oluşan kitabında, o dönemlerin acılarını yer yer hissettirse de, bireyi ve onun sorunlarını ele alıyor, ötekinin yaşamını öne çıkarıyor ve bizim dışımızdaki insanların konumuna farklı ve duyarlı bir bakış açısı getiriyor. Kitabtaki öykülerin içeriğini, göç, ayrılık, o dönemde iletişimde yaşanan sorunlar, kasaba yaşamı, köy ve kentin değişmekte olan konumu, bunun getirdiği farklı bakış açıları, bireyin psikolojik sıkıntıları oluşturuyor. Geyikler, Annem ve Almanya öyküsünde, Füruzan’ın Parasız Yatılısı gibi küçük bir kızdır anlatıcı ve anne ve babası Almanya’da çalışır.



“Sonra sarılıp tekrar tekrar öptü gözlerimi, yanaklarımı. Yine azarladı, yine öptü. “Ya ben ne yapayım,” dedi. “Anadan ayrılmak zorsa, evlatlardan ayrılmak daha zor.” O böyle söyleyince ağlamaktan duyduğum utanç yitip gitti. Sarıldık birbirimize, ikimiz de gülmeye başladık. Bilmem size hiç böyle oldu mu? Olmuştur, mutlaka olmuştur. Hani gülün pembesi var ya, kokulu gülün pembesi, işte öyle baştan ayağa pembelik içinde kaldık. Sabahın alacasında iki pembe gül… Havada savrulan kucaklar dolusu gül yaprağı… Her bir yaprak camdan sızan ışık oklarına takılmış fır fır dönüyor. Gökten gül yaprağı yağıyor, annemin kokusu, gül kokusu… Annem, babam, ben, kardeşim elele tutuşmuş dönüyoruz, giysilerimiz gül yaprağından. Yanaklarımıza gözlerimize gül yaprakları konuyor. Dönüyoruz, dönüyoruz… Hepimiz gül yaprağıyız. Sabah ışığı bir yanımızdan öte yanımıza geçiyor, hepimiz saydam pembeyiz. Uyumuşum.”

10. Özcan Karabulut (1958 – ) – Aşkın Halleri (Rojda)

Özcan Karabulut Aşkın Halleri kitabındaki öykülerde aşkı anlatır. Aşkın Halleri, aşk gibi, aşkın bir duyguyu bile zorlayabilecek insan ilişkilerini öyküleştiriyor. Başka bir deyişle, Aşkın Halleri aşkı, sınırlarından başlayarak anlatıyor. Muhatabına açıklanmamış ve açıklanmayacak olan aşkın duygular, evlilik kurumu içine sıkışıp kalmış bireyler, “Beni öldürmeni istiyorum,” diye başlayan ilişkiler, bağlanma sorunları, dişil olana doğaüstü güçlerin aktarımı… Kitaptaki ilk öykü olan Rojda, yolun yarısını çoktan geçmiş bir erkekle, üniversiteli genç bir kadın karakterin ve onun annesinin sarmal hikayesini konu ediyor.



“İçinde sonbahar yaprakları gibi savrulduğumuz şu kent, üç-beş kişilik adalarımızda küçük mutluluklarla avunduğumuz şu insanlar, yalnızlığı, ölümü yüzümüze çarpan şu şarkılar… Ömrümüzün son duraklarında hüzün başka bir şeydi oysa, ölümün kıyısında yalnızlık bambaşka. Her zamankinden çok başka bir şeydi mutluluk. Benim için, bizim gibiler için, masum güzelliğinin kendisinden öteye açılan kapılar olduğunu Rojda bilemezdi ki… Rojda güzel, bakışları büyüleyici, hayatsa duygularımız, arzularımız kadar bencil ve acımasızdı. Her şeye karşın, onunla olma arzusu aklımı başımdan alıyor, gözümü karartıyordu. Duygularım kabul etmeye yanaşmasa da, mantığım, yazgımın da sınırlarını zorladığımı söylüyordu. Birlikte oldukça, ona baktıkça, bu düşünceleri kafamda evirip çevirdikçe, insan intiharına nasıl adım adım yaklaşır, görebiliyordum. İçimdeki delikanlı kendini hissettirmiş, gençlik yıllarımdaki heyecanı yakalamıştım. Ölümüme de mal olsa ilk günahı işlemeliydim. Artık daha fazla dayanamazdım: Hayatımda bir kere olsun, bu hikayeyi yazacaktım.”
 
Üst Alt